Yirminci yüzyıl modern yaşamın temel taşlarının oturmaya başladığı; tüketim, reklam, satın alma, marka değeri gibi kavramlarla tanıştığımız bir çağdı. Bu çağ aynı zamanda en kanlı savaşların olduğu, büyük siyasi değişimlerin yaşandığı ve toplumların değişime uğramaya başladığı bir dönemdi aynı zamanda. Rekabet kavramının içinin dolmasıysa yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkmaya başladı. Özellikle 1980’ler sonrası Soğuk Savaş’ın da bitmesi, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla algı duvarlarımız da yıkılmıştı. 80’ler sonrası doğan gençliğe öğretilen belki de en önemli şey; “satın al, her zaman satın al ve daha iyisini satın almaktan geri kalma ki, seçkinleş!” idi. Peki tüketmenin ahlaki veya mantıksal sınırları ortadan kalkarsa insan kendi kendini de tüketmeye başlayabilir mi ?
Antiviral, işte bu tüketim çılgınlığının en zorlayıcı ve rahatsız edici halini ele alıyor. Üstelik bunu normalleşen standartlara indirgemeye çalışan sermaye sahiplerinin olduğu bir dünya var karşımızda. Burada yaşayan toplumun bireyleri de, garip, uçuk, uyutulmuş bir hale gelmişler veya getirilmişler.
Film, yakın gelecekte geçen ürkütücü öğelerin ve sorgulayıcı bir tavrın ağır bastığı bir bilim kurgu-psikolojik gerilim filmi. Dünyada artık sinema oyuncularının, mankenlerin, hollywood yıldızlarının bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde hastalıklı kanlarından, halka pazarlanmak amacıyla fantazi içeren tatmin hislerinin kapsüllerde satıldığı, bunun da çok normal ve sıradanlaştığı bir dünya. Bu yeni dünyanın doğurduğu pazarın öne çıkarttığı iki şirketten birisi bu ürünlerin yasal tedarikçisi ve geliştiricisi Lucas Clinic, onun rakibiyse Vole & Tesser adlı başka bir şirket. Lucas Clinic kan kapsüllerinin enjekte edilmesi yoluyla ünlülerin öz varlığının halktaki hayranları tarafından onların varlığını hissettirmeyi amaçlıyor ve bunun güvenli olduğunu savunuyor. Bunun dışında konsol adı verilen ve yine ünlülerin kanı yoluyla kullanılan bir tür sanal-halüsinasyon cihazı sayesinde, ünlülerin varlığını hissetmenin bir üst boyutu sanal bir gerçeklik içersinde deneyimlenmiş oluyor. Fakat bu cihaz daha çok şirket kapsamında bir tür AR-GE bünyesinde kullanılıyor.Bu açıdan elde edilmesi ve özel olarak kullanımı yasa dışı.
Ana karakterimiz Syd March (Caleb Landry Jones) Lucas Clinic’te çalışıyor ve ürünlerin satış ve pazarlamasından sorumlu üyelerinden birisi. Her gün düzenli olarak şirketin satış bölümüne gelip sırası gelen müşteriyi ikna ediyor, ona ürün portföyündeki yeni gelen ürünlerden birisini tanıtıyor. İkna ettiği müşteriden ücreti aldıktan sonra ilgili ürünü kana enjekte etme yoluyla müşteriye veriyor ve yönlendirip yolluyor. Kendisi aynı zamanda gizliden gizliye, kullanılması yasak olan konsollardan birisini şirketten alıp evinde barındırıyor ve bazen elindeki ürünleri yine gizli bir şekilde kullanıp bazense konsolda kullanarak kendini tatmin ediyor ve elbetteki şirketin bundan haberi henüz yok. Ayrıca March’in korsan bir tedarikçisi var. Bir gün arasında özel bir bağ da olan o dünyanın güzel ünlüsü Hannah Geist’in (Sarah Gadon) bir ürünü eline geçiyor ve onu da her zaman olduğu gibi keyfi olarak kullanıyor; fakat bu sefer başına bela oluyor çünkü Geist sonradan rakip şirket tarafından kanına karıştırıldığı düşünülen bir virüs dolayısıyla ölümcül bir hastalığın pençesinde ve bu virüs Syd March’a da bulaşıyor ve olayların açığa çıkmasıyla işler sarpa sarıyor.
Filmde konsollar, doğrudan insana enjekte edilen ürünler dışında, piyasada yine ünlülerin iç organlarından, kas dokularından genital bölgelerinden ve bu yerlerdeki sağlıklı veya sağlıksız hücrelerinden yapay etler tıpkı kasaplardaki etler gibi garip ürünler de var.
Bu ürünlere özgü kasaplarda, halkın satın alabileceği şekilde sanki normal bir et ürünüymüşcesine satılıyor. İşte burada akıl tutulmasını görüyoruz.
Ürünler, insan temelli ve bir tür yamyamlık ki bu filmde de geçiyor; ama insanlar her şeyi kanıksamış bir haldeler. Bir NBA sporcusunun parfümü çıktığında kullandığı bir şey fenomen halini aldığında insanlar elbette ki bunu satın alır. Peki iş bir yıldızın kök hücresinden elde edilen biftek olunca değişir mi? Hayır çünkü ”tüketiciye ne sattığının değil, satın aldığında edindiği tatminin hayalini ne kadar meşrulaştırabildiğin, somutlaştırılabildiğin önemlidir” mesajı vurgulanmış. Artık dünya öyle bir hale gelmiş ki insanlar bir tür saplantısal davranış bozukluğunun içerisinde neyin parçası olduklarının farkında bile değiller. İşte Syd March bu uyutulmuş toplumun en uç halini temsil ediyor. Hannah Geist’e olan platonik aşkı ve hayranlığı, satışını yaptığı ürünle, ürünün temeli olan Geist onun için bir saplantı halini almış durumda. Aslında o kadına değil, sunulan, pazarlanan ve tepeye çıkarılan tanrısal bir figüre aşık, adeta ona tapıyor. İşte halk da, bu çizgide veya altında bir yerlerde özgür iradesinin dışında, tüketimin en yozlaşmış çarkının dişlilerinden başka bir şey değil esasında.
Hastalıklar, enfeksiyonlar da bu pazarın hareketlenmesi ve farklı boyutlar kazanması için şirketlerce önceden planlanan bir tür oyunun parçası gibi. Üstelik ünlüler ve halk da görünürde öyle gösterilmelerine karşın bu işin karlı çıkan asıl tarafı değil. Bir tür sağlık ve ahlak kumarhanesinin içindekiler, piyonlardan ibaret onlar. Bir yandan göz kamaştıran , olağanüstü hayatlar yaşayan veya öyle gösterilmeye çalışılan dünya çapındaki sosyetik camianın insanları adeta kumar makinalarıyken, öte yandan sıradan vatandaş ”duygularının zenginleştirme vaadiyle kandırılan” kumarbazlar. Peki kumarhanede kim büyük pastayı götürür ? Tabi ki kumarhaneni sahipleri, yani bu ürünleri pazarlayan ve bu işten para kazanan şirketler.
Caleb Landry Jonesgerçekten oyunculuğuyla, dudak uçuklatan cinsten bir performans sergiliyor. Syd March olarak önce olayların farkında değil. Sonra sisteme direniyor ve sonra bunlarla baş edemeyeceğini anlayıp sisteme adapte olarak kurnaz ve şeytani bir fırsatçı insanın doğuşu sürecine kadar bütün gelişmelerin bir tür aynası konumunda. O an geliyor, Lucas Clinic’i, yeri geliyor çaresiz ama savaşan halkı, en sonundaysa Vole & Tesser’ın üç maymunu oynayan şaklabanına dönüşüyor. Düzenin insanı ne hale getirdiğini görüyoruz March’in gözlerinde.
Filmde tanrı kavramına dair keskin bir dialog da göze çarpıyor.Görsel anlamda yönetmen ve senarist Brandon Cronenberg özellikle beyaz bir arka plan hassasiyeti içersinde kırmızının ön planda olması söz konusu. Sürekli olarak elit, ideal bir dünya perdesinin ardındaki perdeyi temsil ediyor o beyaz duvarlar. Öyle ki, March’in mütevazi dairesi bile o dünyaya ait. Aslında o dünyanın kefeninin perdelenmişlikten başka bir şey değil beyazın yoğun varlığı. Bordoya çalan koyu kırmızı da saflığının yitirmeye başlamış beyaz dünyanın kan kaybedişini resmediyor.
Özellikle March’ın ağır çekimde kırmızı çiçeklerle dolu koridordan Geist’e doğru gidişindeki cenaze ritüeli metaforunu anlatmasındaki güçlü etki, konsol deneyimindeki halüsinasyondaki son derece rahatsız edici hali (ve bu sahnede “Matrix’de makinelere bağlı insan”a bir göndermenin söz konusu olduğunu düşünmekteyim ama Antiviral bu konuda cidden ürkütücü işler çıkarmış), filmdeki etkileyici görsel öne çıkışlar izleyici açısından önemli etkiler bırakmaya gebe.
Çok fazla dialoğun olmadığı Antiviral’de az ama öz replikler son derece yerinde kullanılmış. Senaryodaki ufak boşluklar, bazı karakterlerin zayıf kalması dışında, bir sinema yapımı olarak son derece başarılı. Farklı insanı zorlayan, zorlatan ve çokça düşünmeye ürkütmeye sevk eden bir eser.Sıra dışı bir sistem eleştirisi ekseninde gerilimli anlar yaşamak için bire bir bir iş olmuş.