Der Untergang ”Hayaller, gerçekler ve bir halktan arda kalanlar”

İkinci Dünya Savaşı’na dair sayısız film var malumunuz. Çoğu yapım, Yahudi soykırımı, Almanların  acımasızlığı, panzerler, soğukkanlı askerler, toplama kampları, işkenceler, gaz odaları, Nazi psikopatları ve onların  psikopatlıkları  üzerine  kurulu. Bütün bir resme baktığımızda, özetle ‘’acımasız ve  kötü  Alman’’  tasviri   bütün  yapımlardaki olmazsa olmaz tema. Haliyle bu şekilde tarihe  baktığımız  zaman,  Almanlara  karşı  katıksız  bir  öfke,  öfke olmasa  bile   içten  içe  bir  önyargılı  yaklaşıma  maruz kalıyoruz. Peki  Alman  halkının  neler  yaşadığına  dair  ne  var  elimizde? Koca  bir  muamma. Der untergang (Çöküş), bunca  yapım  üzerine  o  çokça  nefret  edilen  Almanların  elinden  çıkan  ve  çoğu  İkinci Dünya  Savaşı’nı  konu  alan  sinema  filmlerinde  belki de hiç bahsi  geçmeyen  bir konuya, Alman  halkının bu katliam içerisinde neler yaşadığına önemli bir ışık tutuyor. Bakalım bu karanlık dönemde bu halk neler yaşamış inceleyelim.

Yazıya, her ne kadar  Alman milletinin  içinde  bulunduğu  duruma  dair  bir giriş  yapmış olsam da, aslında  bu  hikâye  Alman askeri birlikleri içerisinde  gerek  üst düzey  komutanlar  olsun,  gerekse erlerin  bakış açısından  Hitler’e  karşı olan  duygu  ve düşünceleri olsun,  askerlerin  yaşadığı baskıları gözler  önüne  seriyor. Askerlerin de en az ülke vatandaşları kadar, en azından bir kısmının,  insan  olduğu  gerçeğiyle  yüzleşmemizi  sağlıyor. Filmin  ana  karakteri  hiç  şüphesiz  Adolf  Hitler. Hitlerin  kendisi  bile  kendi vicdanıyla  ne  kadar  mücadele  ediyor. Bir  vicdanı  var mı?  Varsa  hangi  düşünce  buhranlarının içerisinde  yok  olmaya  yüz  tutmuş bir vicdanı vardı?

Filmin  konusu  Hitler ve onun etrafındakilerin savaş kaybedilmeden önceki son dönemlerini anlatıyor. Bazı  açılardan biyografik yapı barındırıyor. Hitler’in sekreterinin anlattıkları  paralelinde onun çatısı altındayken  yaşadıkları  doğrultusunda  filmde  olan  bitenleri,  aslında  bir kargaşayı,  sonun  kaçınılmaz  gelişini  dramatik bir şekilde ve savaşın  ağır koşulları altında izliyoruz. Gelelim tekrar bütün bu vahşet ve trajedinin mimarı Adolf Hitler’e. Kendisini Bruno  Granz  canladırıyor. Daha doğrusu  resmen  onun  ta  kendisine,  bir  şeytana  bürünmeyi  fazlasıyla  başarıyor. Filmin  DVD içeriğinde  film, dönem ve oynadığı karakter hakkında güzel bir  röportaj  mevcut. Granz bu  röportajda  Hitler’in tam manasıyla hastalıklı bir ruh haline sahip olduğunu,  yarattığı imajın abartılı jest  ve mimiklerle  ete  kemiğe  büründüğünü,  modern çağdan o zamana bakıldığında bir tür parodi komik bir  şaklabanı andırdığını belirtiyor. Rolü sonrası gelebilecek olası kötü yargılara ve eleştirilere de hazırlıklı olduğunu söyleyen Granz, gerçekten bu rolle  özdeşleşiyor  diyebiliriz.

Son  dönemlerde sağlığı bozulan diktatörün akli kararsızlıklarını, uçuk planlarını, duygudan yoksun  acımasızlıklarını  anlatıyor  bu  yapım. Hitler, yakın  çevresinde dahi gizli bir şaşkınlık ve belki de olumsuz  düşüncülerle  karşılanıyor, savaşın da kötü gidişatının etkisiyle. Savaşa, olmayan cephelerde devam etme  fantazyasıyla  dolu  bir  zihin,  bitmek bilmez  ve akıl almaz  Yahudi  öfkesi ve karşıtlığı  hala  şansölye  olduğu  ilk günkü  gibi  tazeliğini koruyor. İşin garip  tarafıysa  sanki  bütün  olan  bitenlerin  sorumlusu  kendisi  değilmişçesine  bir üçüncü şahıs psikolojisi de hakim. Savaşı  kaybetmelerinin  en büyük  sorumlusunun ordu ve içindeki kurmaylar  olduğunu  savunarak  işin  içinden sıyrılmaya çalışan  bir  adam var, bu sorunlu  bir  adam. Kendini  hata işlemez  ilan  eden,  saplantı  zihnin hareketleri de son  derece  başarılı  bir şekilde  aktarılmış. Yeri  gelip çok nadir de olsa aniden sakinleşen ama  emirleri, kararları  sorgulandığı  anda  tepesi  atan,  bağırıp çağıran,  ortalığa  laflar  hakaretler savuran bir  şeytana  dönüşmesi  uzun sürmeyen,  bir yandan da artık  bütün bu savaş  ve mücadeleden dolayı bitkin  düşmüş,  elleri titreyen  aciz  yaşlı bir  amca olan Hitler,  bütün  bu haliyle  bir  liderden ziyade,  bir tımarhanede kendisi gibi  argo tâbirle  kafayı  tırlatmış  insanlar  arasında  çok da ciddiye alınmayan birisi  olmaya başladığının farkındalığından  oldukça  uzak, gerçeklerden fazlasıyla kopmuş bir halde  Almanya’nın sonunu hazırlıyor.

Etrafındaki  herkes  bunun farkında  aslında. Almanya’yı  yenik ve yıkık  Birinci Dünya  Savaşı sonrası  ekonomik buhranından alan,  refah  ve  Avrupa’nın tepesine  taşımak  için seçtikleri, güvendikleri, bilinçsizce de olsa sırf  inanmak  ve  bir şeylere, bir lidere bir kurtarıcıya  ihtiyaç  duyulduğu anda gelen  önderlerinin gerçek  yüzünü  her şey  kaybedilirken anlamaya başlıyorlar;  fakat bir yandan da umutsuzca  ona itaat etme güdüsüyle  ona benzemeye  çalışanlar  var aralarında. Bunlardan  filmde  en  göze  çarpanı,  Hermann Fegelein. Kendisi  bir SS generali  ve zeki,  fırsatçı. Artık okun yaydan çıktığını görmeyi başarmış birisi. Etrafındakileri uyandırmaya ve Hitler’i savaşı durdurması  konusunda  çevresindekiler  aracılığıyla   ikna etmeye  çalışan  ve sonunda  kurşuna  dizilerek  ölen bir adam. Fegelein’ı  İkinci Dünya  Savaşı  filmlerinde  görmeye  çokça  alıştığımız   özellikle  ‘’The Pianist’’ adlı  yapımda  göze çarpan  Alman aktör  Thomas Kretschmann  canlandırıyor. Piyanist’de iyi nazi, Valkyrie’deyse  yedek  birliklerin  komutanı  olarak  sorumluluk dolu  ideal asker olarak yakışıklı ve seçkin  görüntüsüyle sürekli  Nazi döneminin sözüm ona   naif bir tarafı  varmış  gibi rollere seçilmesi pek  şaşırtıcı değil çünkü  bu filmde de Hitler’e doğrudan   muhalif  söylemler  söyleme  cesaretini gösteren,  böyle  yaptıkça  suçları yokmuş gibi  bir hale  bürünen ve onun gibi hissetmekte olan  çoğu  askeri  temsil eden bir karakter Fegelein. Onun  dışında  Alman  halkını düşünen  hatta ona  göre   muhaliften ziyade, ılımlı bir çizgide  seyreden  mimar  Albert Speer’i görüyoruz. Speer’i Heino Ferch canlandırıyor. Sakin, diplomat  tavırlı  bir Nazi portresi çizen Speer ile  Fegelein’in  ortak  noktalarıysa,  Hitler’i bulunduğu  buhrandan çıkarma çabası içinde  gerçekten  gayret göstermeye çalışan bir  başka  kişi olması.

Buraya  kadar oyuncu  seçimlerinin  orijinal  karakterleri yansıtması  açısından son derece başarılı  ve  özenle  yapılmış  olduğu belli oluyor. Filmde Nazi kavramına  inanmaları ve bunu mantıklı bulmalarından ziyade sırf güç  ve otoritenin boyunduruğunda olmanın tatmini için geldikleri  belli olan Joseph Goebbels  ve  Heinrich Himmler’i  görüyoruz. Bu  iki  tarihi  şahıs  hakkında  söylenebilecek  çok şey var. Tabii  Hitler’den sonra  iki  büyük  sorumlu  gösterilebilecek  kadar acımasız  kararlara imza  atan insanlıktan  çıkmış  Nazilerin  ve  Nazi  Almanya’sının baş mimarları. Ama biz isterseniz karakterlerin film katmanı içerisindeki etkilerine dönelim. Himmler  savaşın  kaybedileceğini anladığı andan itibaren kaçmaya çalışıyor. Ne o şaşalı  3.Reich  ne yaptığı zulümler umrunda  değil ve bu açıdan Hitler’den bile  daha acımasız. Sanki  bankada günlük  işlerini yapan rutin bir memur edasıyla  olayları  sakin bir şekilde izlerken  içten içe  ve kurnazca  kendi ekmeğinin peşinde. Goebbels ise  tam manasıyla  fanatik  bir  direnişçi. Her şeyin kaybedildiğini anlaması dolayısıyla acımasızca  kendi  çocuklarını  karısı Magdayla birlikte  ölüm kapsülüyle öldürebilecek kadar gerçeklerden kopuk bir kaçık âdeta. Gözleri boş ve anlamsız bakıyo. Goebbels’in  aslında  neye inandığı umrunda değil de  sadece  fanatizmin kölesi olmuş durumda. Kendisi  ve karısı  için dünya Naziler, führerleri  ve ari ırk ideali olmadan  yaşanamayacak bir dünya. Böyle bir distopya  ama kendileri için son derece büyük bir ütopya  olan bu 3.Reich, onların herşeyleri  ve artık  yapabileceklerinin sınırına  geldiğini anladıklarında  topyekün bir şekilde  ailesiyle birlikte  bu dünyadan göçmek  dışında hiç bir şey düşünmüyor,  teslim olmaktansa  intihara koşa koşa gidiyor ve bu bütün bunları ruhsuz bir biçimde yaparken insanın kanını donduruyor. Yine oyuncu seçimleri  son derece başarılı Goebbels’i canlandıran Ulrich Matthes ve Himmler rolündeki Ulrich Noethen, hem fiziksel görünüşleri, hem de bu fiziksel duruşlarına doğrudan doğruya başarıyla aktarmayı  becerdikleri  güçlü  oyunculuklarıyla  filmin  oyunculuk  performansı  adına  meydanın sadece Hitler’e  kalmamasını sağlıyorlar. Bu  açıdan  İkinci Dünya  Savaşı  ve Nazi temalı  filmlerde çoğunlukla  göremeyeceğimiz şekilde  incelikli, ayrıntılı  ve dolu dolu bir oyunculuk  performansları görüyoruz. Sanki  diğer muadili  yapımlara    örnek olacak  cinsten diyelibiliriz.

Yan karakterlerde  değinilecek  son  üç  kişi kalıyor geriye. Onlara da,  yazıyı dağıtmadan değinmeden geçemeyiz  elbette. Eleştirimin  başında  değindiğim  sekreter Traudl Junge (Alexandra Maria Lara) tam manasıyla  dışardan  gelen  bir  göz gibi  bir yapıda görüyoruz. Ne olup  ne bittiğinin farkında  olmayan,  dönemi  dolayısıyla  kadın hayran kitlesinin  belki  iyi , saf  ama cahil ve kandırılmış Alman kadının temsil etmekte. Öyle ki  olayların  sonuna kadar hâlâ  hiç birşeyin  farkında  olmayan belki tek insan. Bir  diğer  karakter  Hitler’in eşi, Eva Braun (Juliane Köhler). Bu karakter için  o kadar iyi  şeyler söyleyemeyiz. Bu kadın Alman ari ırk  dünyasının  hayaller aleminde yaşayan  ama  kesinlikle  kötü  esintiler de barındıran  bir  simgesi  gibi  ve bu açıdan  Hitler kadar somut şeylere  bulaşmamış olsa bile  tam manasıyla  bir vicdan suçlusu. Son karakterse,  salt  doktor  kimliğiyle  öne  çıkan  aslında ‘’burada, bu manyakların arasında  ne işim var’’ ifadesini sürekli gördüğümüz  halkı temsil  eden Profesör  Ernst- Günther Schenk (Christian Berkel). Özellikle  Berlin’in dağıtılması,  askerlerin şehri terk etmesi, erzakların  yağmalandığı  sahnelerde  neden  bu  nitelendirmeleri  kullandığımı  anlayacaksınız.

Ve tabiki Führer’lerinin peşinden  sürüklenen  çaresiz  Alman  vatandaşları en az  Yahudi ve diğer  eziyet gören diğer azınlıklar  gibi  Hitler  ve  onun yarattığı dünyanın  acımasız  gerçekleriyle  eninde sonunda  yüzleşmek  zorunda  kalan  bir  halk. Halk içersinde çeşitli karakterler, onlardan kesitlerle  Alman halkının nasıl  ortada  bırakıldığına  şahit oluyoruz. Onlar  sanki  savaşın bugüne  kadar  hiç  görülmemiş,  görmezden gelinmese bile  bir şekilde soykırım  kadar çarpıcı olmadıkları  için unutulmuş insanlar! Onlar çocuklar,  gençler,  yaşlılar,  sakat kalanlar. Onlar  savaşın  bir başka kurbanları. İşte  bu yüzden bu yapıt  bu açıdan  daha önce bize gösterilmeyen bir başka  gerçeği, Almanya’nın gerçek sahiplerinin  bir  adet iktidar  azınlığı değil, bu  halk olduğunu göstermesi açısından diğer tüm  İkinci Dünya Savaşı  konulu filmlerden  ayrılıyor.

Yazımın  sonunda  filmin  görselliğine  değinmek istiyorum. Müzikler çok şahane değil ama  sanki  böyle olması gerekiyormuş,  o  keşmekeş  ve düşüş  içersinde  kaderin  cilvesini anlatıyormuş gibi  abartılı  bir  dramatik etkiden  uzak, sade yokluk dolu  tınılar  içeriyor. Oyunculuk, filmin senaryosu, müzikler dışında kurgu da   sırıtmıyor. Özellikle  yaralı  askerlerin tedavi edildiği  hastaneden  sığınağa  doğru inilen  yerlerde hayal dünyasıyla gerçek dünya arasındaki bağlantısızlık, askerlerle halk arasındaki kopukluğu  anlatan çarpıcı  bir  parça. Filmde daha buna  benzer birkaç   çalışma  daha söz konusu.

Der Untergang  gerçekten  dönem filmleri  içerisinde  farklı bakış açısını iyi bir senaryo,  sağlam bir  cast ve ideolojik taraflardan  uzak kalma  sosyal  sorumluluğuyla  ‘’farklı ve özgün’’  bir yapıt  olmayı  fazlasıyla  hak  ediyor. İnsanlık tarihi  açısından  herkesin izlemesi gereken,  savaş  ve dram filmi sevenler için kaçırılmaması gereken bir baş yapıt. Eğer aksiyon dolu, hızlı ilerleyen, zafer çığlıklarının  duyulduğu bir macera arıyorsanız bu filmde onu bulamazsınız. Bunun için zaten Hollywood’da başka alternatifler olacaktır. Bu film bir tarih kesiti, tarihe bakış ve ders çıkarma ürünü.

Mete Can Günay

Bir Şeyler Yazın...

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

News TR sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et