2014 yılının merakla beklenilen yapımlarından bir tanesiyle karşınızdayız.Yapımla ilgili çoğu izleyici görüşleri beni biraz şaşırttı açıkcası.Çoğu sinema meraklısı, filmi son derece abartılmış, tekdüze ve sıkıcı bulmuş.Bense sinemada izlediğim bu başarılı işi gerçekten beklediğimden iyi buldum açıkçası.
Hepimiz bu fani dünyada doğar, büyür, yaşar ve ölürüz.Yaşamımızda gelmek istediğimiz yerlere gelene kadar kimi zaman kaderin bize yol açması, kimi zamansa çok çalışmamız gerekir.Şu anki dünya düzeninde, bütün ailelerin çocuklarından beklentisi, başarılı bir lisans eğitiminden sonra dolgun maaşı olan, dışarıya onları birer birey olarak sunabilecekleri bir iş hayatının içinde olması, kendi ayaklarının üzerinde durabilmesidir.Fakat bazı insanların idealleri, kulvarlarını farklı yönlere doğru sürükler.Bu sürüklenme, onları istedikleri şeyi yapma konusunda saplantılı bir hale getirir.Bu saplantı, özel yaşamlarından sosyal yaşamlarına kadar onları istedikleri gibi ve özgürce yaşamalarına mani olacak kadar büyük bir hale gelebilir.Büyüdükçe insanın bir parçası haline gelen idealizm saplantısı, mükemmeliyetçilik, insanın yetenekleri doğrultusunda sürekli olarak kusursuzu gerçekleştirme paralelinde , kendini gerçekleştirme noktasına götürme yarışı herkesin yapabileceği bir şey değil.
İşte, hikayemizde böyle bir insanın dünyasına konuk oluyoruz.Bir konservatuarda müzik öğrencisi olan Andrew (Miles Teller ), ülkenin hatırı sayılır bir müzik okulunda önemli bir caz bateristi olmak adına derslerini, aşklarını, ailesini bir kenara iterek ideallerine ulaşma çabası içersinde kendisine çok fazla yüklenen, sürekli müzik antrenmanlarıyla gününü geçiren bir genç.Odasında hayranı olduğu bateristlerin posterlerindeki adamlar gibi bir ”müzik kahramanı” olmak ister.Karşısında, en az onun kadar, hatta ondan daha da manyaklık derecesinde saplantılı, disiplinli bir müzik hocası onun kaderini tayin edecektir.Film içinde hoca Fletcher’la öğrenci Andrew arasındaki ilişki çok karmaşık gel-gitlerle dolu.Birbirlerini hem tamamlayan hem de birbirlerine engel olan bu iki müzik davacısı karşı karşıya geliyor ve hayatlarının sınavını karşılıklı olarak kendileri üzerinden vermeye başlıyorlar.Fletcher bu yolda kariyerini ve saygınlığını, Andrew ise neredeyse hayatını tehlikeye atacak noktalara geliyor.Miles Teller hem filmin hikayesinde hem de oyunculuk açısından Fletcher’la yarışıyor. Filmde bir saniye bile sıkıldığımı hatırlamıyorum.Temposu gittikçe yükselen, sonra atmosferi zorlayan bir merdiven çizgisinde ilerliyor.Öyle ki, enstrümantal antrenmanlarda resmen gerilim yaşatıyor insana. Sinemada izlediyseniz bu duygu çok daha hakim.
Kamera kullanımları seyir sürdürülebilirliğine etkisi açısından oldukça başarılı. Filmin başından sonuna kadar kamera kullanımı ve bunun kurguyla bütünleşmesi inanılmaz bir etki yaratıyor. Teknik şeylerin dışında oyunculuklar da zaten iki kişinin düellosunu görüyoruz. Kurt aktör J.K Simmons zaten işkolik, mükemmeliyetçi, bilinç altında üstüne çıkmaya çalışan muhtemel koyu katolik vatanperver, maço beyaz adam profiline çok uygun. Malum O.Z dizisinde döktürmüştü.Whiplash’de kariyerinin kültleşen rolüyle inanılmaz bir oyunculuk gösterisi sunuyor.
<
p style=”text-align: justify;”>İdealizmin peşinde koşan bir genç, ailesine ve toplumsal düzenin isteklerine karşı çıkarak; işiyle aşk yaşayan bir adam olarak gidebileceği en üst noktaya çıkmak için her şeyinden fazlasını vermeye cesaret edebilir mi?
Ve bu işte ona el uzatan Fletcher takıntılı bir manyakla, hırslı bir savaşçılık arasında vicdanını bırakmak pahasına hem genç Andrew’le hem de kendisiyle yüzleşen bir adam olarak sınırları nereye kadar zorlayabilir veya zorlaması bir insandan değerli mi soruları arasında mekik dokuyarak, saniye saniye, dakika dakika temposu yükselir ve finaldeki sahnesiyle zirve yapıyor.Şunu kesin olarak söylemeliyim ki, şimdiye kadar izlediğim en başarılı final bölümüne sahip bu çalışma. Esasında duygusal bir tür genelinde seyreden film, efsanevi final kompozsiyonunda çoğu gerilim ve macera filminde bulamayacağınız ölçüde çıtayı yükselten, sınırları ortadan kaldıran uç bir irtifada temposuyla insanı koltuğa çiviliyor resmen.
Yazımın sonunu birden fazla dalda Oscar’a aday gösterilen bu filmle ilgili olarak ünlü spritüalist ve guru olan Osho’dan bir alıntıyla tamamlamak istiyorum.
”Yapman gereken şeyi yaparsan asla sıkılmazsın”
Peki bunu yapabilmek için kaçımız gerçekten kaybetmeyi göze alabiliriz? Sahip olduklarımızı kaybetmek uğruna, istediğimiz şey olma yolunda ne kadar emek harcamaya, ne kadar şeyi feda etmeye, kendimizi kaybetmeye; ama inancımızı kaybetmeden, özgüvenimizi, kararlılığımızı ve hırsımızı, yeteneklerimizle birleştirip, bütün bunları umudumuz ışığında bir potada eritebiliriz.Bunun cevabını arıyorsanız, bu yapıtı izlemelisiniz.