“Üçüncü” Dünya Sinemasından Bir Adam Yılmaz Güney

Yılmaz Güney adı sinemamızda ekol adına en yakın isimdir; 1966 yılında Akad’ın yönettiği ve Yılmaz Güney’in oynayıp yapım sürecini üstlendiği Hudutların Kanunu ve Kızılırmak-Karakoyun adlı filmlerle başlayan değişimi ve kendi elleriyle yarattığı Çirkin Kral’ın dönüşümü süreci 1970’te Umut’la büyük bir başarıyla sonuçlanmış, artık ismi belirli bir estetik-siyasi-aydın tavrıyla anılmaya başlamıştır. Güney büyük oranda sezgileriyle bulduğu, ancak içinde bulunduğu siyasal ortamın yönlendiriciliği de hesaba katıldığında anlaşılabilecek bu değişim sürecinde, sosyalist-isyankâr-devrimci-ezilenler adına konuşan bir insana dönüşecektir. Bu süreç bugün 90 yılı aşan tarihi içinde sinemamızda onu benzersiz bir hale getirmiştir.

Yılmaz Güney

Yılmaz Güney’in sineması Üçüncü Dünya sineması içindeki yeri ve belirli bir tarihsel döneme ve öneme sahip bu direniş geleneği içindeki yerini incelemek istiyoruz; çünkü bu sinemanın tarihi içinde ortaya çıkan temel sorunlara bir yanıt ya da anti-tez olma özelliği gösterir. Üçüncü Dünya Sineması yaklaşık olarak 1950’li yılların ikinci yarısından sonra canlanmaya başlamıştır ve kendi köklerini bu ülkelerin ya sömürgecilikten kurtuluş mücadelesinde ya da görünürde bağımsız kukla iktidarların olduğu bu ülkelerdeki hepimiz için tanıdık olan Tam Bağımsız ve Halkçı bir iktidar mücadelesi içinde şekillenmiş ve sinema bu sürece büyük oranda katılmıştır.

Aydınların kendi azgelişmiş toplumlarına karşı bir vefa borcu ve halkları için özgürlük talepleriyle yaptığı bu sanat batılı formları ve sinemanın batılı işlevlerini belirli ölçülerde reddetmesine rağmen, aradıkları ideal anlatı formunu büyük oranda bütün kapitalizan ideolojilerin çöküş döneminde ortaya çıkan savaşın son yıllarında başlayan ve yaklaşık 10 yıl devam eden İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nde bulmaktadır. Bu sinema son derece zor koşullar altında çalışan, kukla siyasi iktidarların ve bu iktidarları yönlendiren emperyalist ABD’nin açık ve dolayımlı baskılarıyla karşılaşmış ve sürekli bir etkileyicilik ve baskıya karşı en uygun direnme biçimlerini bulma mücadelesi vermiştir. Yapısal belirli sorunları vardı Üçüncü Dünya’nın, temel olarak beş ayrı alanda ortaya çıkan sorunlara Güney’in sineması belirli tipte pozitif yanıtlar verebilmişti; Nedir bu sorunlar ?

  1. Üçüncü Dünya Sineması bir siyasal yükseliş döneminde yeşermiştir. Bu sinema özünde anti-emperyalisttir ve içinde yeşerdiği ülkeler genel olarak tam bağımsızlığa kavuşamamış yarı-sömürge ülkelerdir. Bu siyasal yükseliş ve tam bağımsızlık mücadelesi halkçı ve eşitlikçi bir söylem tutturmuş, bağımsızlık ülküsünün arkasında ezilenlerin sözcüsü olmaya çalışmıştır. Ancak bu ülkelerde siyasal mücadeleler başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerle işbirliği halindeki yerel siyasi iktidarların şiddetli mücadelesine tanık olmuş, siyasal mücadeleler kesintiye uğradığında sinema da toplumsal zeminini yitirmiştir. Oysa Güney’in sineması 1966’dan başlayarak sürekli gelişmiş ve ölümüne değin bir yükseliş eğilimi içinde olmuştur. İçinde bulunduğu koşullar altında -hapislik ve sürgünlük dâhil- sineması siyasal olmayı başarıp, siyasi mücadelelerin ötesinde bir sürekli etkiyi yaratmayı başarmıştır. Sıkıyönetim ve askeri darbe koşullarında bile süreklilik göstermesi özgün yanlarından birisidir.

    Tuncel Kurtiz
  2. Üçüncü Dünya ülkelerinde askeri darbeler, sıkıyönetim, büyük katliamlar (Arjantin, Şili, Brezilya, Irak, Endonezya…) bu tarihsel kesitte sık sık yaşanmıştır ve bunlar Türkiye’ye özgü değildir. Bu halk karşıtı emperyalizmle doğrudan bağlantılı kukla iktidarların müdahaleleri şiddeti ve sansürü büyük oranda içermekteydi. Bu ülkelerde yapılan siyasi filmler ya gösterilemiyordu ya da gizli gizli gösterilebiliyordu. Bu nedenle kitleselleşme konularında büyük eksiklikler taşıyorlardı. Yılmaz Güney’in sineması yasaklı olduğu yıllar dahi büyük bir kitleye hitap edebilmeyi başarabilmiştir. Örneğin Güney’in vatandaşlıktan çıkarıldığı 1980’li yıllarda yalnızca Almanya’da satılan Güney filmleri videolarının sayısı 3 milyonun üzerindeydi. Türkiye’de bulundurulması bile yasak olan videoların, gizli gizli milyonu aşan insan tarafından seyredildiği tahmin ediliyor.
  3. Üçüncü Dünya ülkeleri dil devrimini yapamamış ve kültürel olarak ortak payda olan bir ulusal kültür yaratmayı başaramamış ülkelerdir. Bu nedenle ulusal bir ortak payda içinde siyasal söylemli ve halkçı bir sinema yoğun olarak yeşerememiştir bu ülkelerde. Türkiye dil devrimini yaşadığı için ve halkın en popüler eğlencesi sinema olduğu için dil sorunu yaşamamış ve ülkenin bütününe Güney’in filmleri dağılmış, ulusal kültürün önemli eserlerinden birisi olmayı başarmıştır.
  4. Sansüre karşı Yılmaz Güney’in filmleri halkın ilerici kesimlerinin büyük desteğini aldığı için başarıyla mücadele etmiş, Danıştay ve diğer hukuki ve siyasi derneklerin katkılarıyla yaklaşık yirmi yıllık bir dönemde Yılmaz Güney’in filmleri ülkemizde gösterilmiş ve geniş bir siyasal etki yaratabilmiştir. Güney’in filmlerine ilişkin yapımcılardan, devletin kolluk kuvvetlerinden, sağ basından sürekli kısıtlamalar için ciddi bir çaba gösterilmiş, örneğin kimi filmlerini gösteren sinemalar bombalanmış ya da sinema salonları zincirini elinde tutan yapımcılar filmlerini göstermeyi reddetmişlerdi. Buna rağmen filmlerin gösterimi için çeşitli yollar bulunmuş ve halkın yoğun ilgisi nedeniyle bu filmler amacına ulaşabilmiştir.

    Yılmaz Güney
  5. Üçüncü Dünya ülkelerinde filmlerin gösterimlerinin yanı sıra bizzat sanatçılar koğuşturulmuş, sürülmüş ve özel sektör bu tür filmlerin yapılmasını olabildiğince engellemeye çalışmıştır. Bu anlamda Güney’in sineması, hapislik yılları, sıkıyönetim koşulları, özel sektörün engellemeleri, sansür, sağcı terör gibi tüm başlıklardaki engellemelerin ötesine geçmiştir. Sürgünde dahi iki filmini tamamlayabilmiş ve bununla yetinmeyip diğer Üçüncü Dünya sinemacılarıyla ilişki kurmuş ve onların sürgünde film yapabilmelerini desteklemeye çalışmıştır. Örneğin Üçüncü Dünya’nın başarılı sinemacılarından Fernando Solanas’ın Paris’teyken çektiği Tangolar filmine açık destek vermiş ve bu sinemacı filmi için Güney’e teşekkürlerini beyazperdeye taşımıştır.

    “Sürü” 1978
  6. Güney’in sineması ulusal sınırları aşmış, hem Dünya sanatçıları, hem de gösterim ağına girebilmiştir. 1972’deki ikinci tutuklanma döneminde 160’den fazla sanatçının desteğini almış, Yol filmi de ülkemizde yapılıp dünya çapında gösterime giren ilk ve son film olma özelliğini halen koruyabilmiş bir filmdir.

    “Yol” 1982
  7.  Bütün bunların dışında Güney’in sineması kendi ülkesinde pek az sanatçıya nasip olacak denli sevilmiş ve bir sinema olayı olmanın ötesine geçip bir toplumsal olay haline gelmiştir. Bu nedenle Yılmaz Güney’in yalnızca filmleri değil, romanları, öyküleri, mektupları, filmlerinin müzikleri, siyasi mesajları, kendi siyasi-estetik yazıları gibi alanlarda dikkate alındığında bir “Üçüncü Dünya Halk Kahramanı”na dönüşmüş bir sanatçı tipiyle karşılaşıyoruz. Bu anlamda Güney’in sinemasını bir toplumsal olay olarak inceleyip, Türkiye’nin kültürel haritası içindeki özgün yerine değinip, onu bütün azgelişmiş ülkeler içindeki genel direnişin enternasyonalist bir önderi olarak kavramak gerekir.

Kaynak

Dünya Sinema Tarihi KABALCI Yayınları, http://www.cafrande.org/?p=1312

Bir Şeyler Yazın...

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

News TR sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et